Ülkemizde meydan gelen olaylara, tartışmalara, söylemlere, kavgalara ve ortalama insan yaşamına bakınca “aydınlanma” meselesini bir kez daha hatırlamaya ve üzerinde düşünmeye gerek olduğunu gördüm.
Felsefe tarihinde iki aydınlanmadan söz edilir. Bunlar “Antik Aydınlanma” ve “XVIII. Yüzyıl Aydınlanma”sıdır.
Aydınlanmanın simgesi ışık’tır. Işık yüzyılı tanımlayan tüm kavramlara yansımıştır. Aydınlanma çağı, akıl ışığının yaydığı aydınlanma ile ifade edilmiştir.
Alman filazofu Kant “aydınlanma, insanın kendi suçu ile içine düşmüş olduğu ergin olmayış durumundan yani kendini özgürce yönetememe olanaklarını, özgürce geliştirememe durumundan kurtarmasıdır.” diyerek güzel bir açıklama geliştirmiştir.
Aydınlanma, Batı Dünyasının kültür yapısı üzerinde etkili olmuş, Fransız Devrimi bir bakıma bu düşüncenin politik – sosyal alana uygulanmasından doğmuş ve bu çağ monarşiyi aydınlatmış, biri Amerika’da olmak üzere iki büyük cumhuriyet kurulmuştur.
Ayrıca ülkemiz açısından Islahat Hareketleri ve Tanzimat Fermanı ile başlayan batılılaşma çabalarına ve reformlara ışık tutmuştur.
Aydınlanma döneminin en önemli özelliklerinden biri, bu cağın kendisine laik yada seküler bir dünya görüşünü temel yapmasıdır.
Eski düşünce alışkanlıklarının yıkılmasında ve günümüz dünyasını yaratmada, düşünce kalıplarını biçimlendirmede, hiç bir çağ, Aydınlanma kadar etkili olmamıştır.
Aydınlanmanın adı konulmamış amaçlarından en önemlisi; insanlarda başlangıçtan bu yana var olan korkuyu kaldırmak ve onları kendilerinin efendisi durumuna getirmektir.
İnsanın gerçek üstünlüğünün bilgiden kaynaklandığına dair tespitin doğruluğunda hiçbir kuşku yoktur. Bilginin karşılığı olan hiçbir değer bulunmamaktadır.
İşte bu bilgiyle aydınlanmacılar, insanı insan olmaktan engelleyen düşsel doğa üstü güçler karşısında, insanı bağımsız kılmayı hedeflemişlerdi.
Hristiyan dinci baskı odaklarının, Rönesansın bitimiyle yeniden eski güçlerini kazanmaya başlaması, insanın özgürlükçü atılımlarını tehlikeye düşürmüştür. Böyle ortamlar aydınlanmacı fikirlerin oluşmasının, koşullarını oluşturmuştur.
Aydınlanma, toplumsal siyasal düzeyde, mutlak yönetime tepkidir. Düşünce düzeyinde ise Descartes akılcılığına karşı bir duruştur.
Tabii bunlar bizim bakış açımız. Farklı sorular sorarak aydınlanmayı anlamaya ve farklı pencereler açarak konuya bakmaya çalışabiliriz.
Aydınlanma bir ideoloji olarak mı? Yoksa bir süreç veya bir takım düşünsel veya pratik süreçler bütünü olarak mı? görülmelidir soruları cevaplanmalıdır.
Yada aydınlanma entellektüel projeler listesi olarak yorumlanabilir mi? Veyahut Aydınlanmayı modernitenin alt yapısını meydan getiren bir fikir öbeği, modernliğin kaynağını oluşturan bir problemler ve tartışmalar dizisi olarak mı? algılamalıyız. Yoksa Aydınlanmaya olumlu bakarak bir kazanım yada musibetler kaynağı olarak mı? değerlendirmeliyiz. Bu sizlere kalmış bir durumdur.
Musevi düşünür Moses Mendelssohn’un bakış açısına göre, Aydınlanma onsekizinci yüzyılda başlamış olmakla birlikte, henüz tamamlanmamış olan bir süreçtir. Alman filozof Kant’ta aydınlanmayı bir süreç olarak görmektedir.
Aydınlanma; bir entellektüel hareket olarak 1688 İngiliz Devrimi’yle başlar ve 1789 Fransız Devrimi’yle doruk noktasına erişir. Buna göre Aydınlanma; Batının hayatında, ticaret ve sanayileşme yoluyla ve burjuvazinin veya bir orta sınıfın zuhuruyla birlikte gerçekleşen, büyük ve çok temelli bir dönüşümle belirlenen, tarihsel bir dönem yada sürecin kültürel ifadesidir.
İngiltere’de başlayan, Fransa’da güç bulan, en son Almanya’ya erişen ve nihayet 20. yüzyılda birçok ülkenin modernleşmesinde ifadesini bulan aydınlanma hareketinin yegane rehberi, akıldır.
Aydınlanma düşünürleri; aklın bozuluşundan kiliseyi, devleti, batıl itikatları, bilgisizliği, sefalet ve ön yargıyı sorumlu tutarlar.
Bazıları tarafından entellektüel bir hareket olarak nitelendirilen Aydınlanmanın; programında en önemli yeri, klasik dine veya teist inanca yöneltilecek saldırı ve hurafelere karşı açılacak savaş tutar. Aydınlanmanın saldırısı dinle sınırlanmış olmayıp, metafiziğide bir şekilde kapsar. Aydınlanma düşünürleri, metafiziği dinin bir kalıntısı veya dindeki hastalıklı tavrın daha çok rafine olan bir devamı olarak görürler.
Çarpıtılmış ve yozlaştırımış din ve metafizik, Aydınlanmanın baş düşmanlarıysa, bilimde en büyük kahramanıdır. Yada yıkılan putların yerine geçirilecek yeni put. Bilim ve Teknolojiye adeta aşık olan Aydınlanma açısından, bilim her şeyden önce, gerçek aydınlanma ölçüsü, gerekli zihniyet değişiminin anahtarıdır.
Bilime bu gözle bakan Aydınlanma düşünürlerinin, önemli bir kısmı, bilimle fiilen ilgilenen ya belli bir bilim icra eden yada genel olarak bilim üzerine yazan kimselerdi.
Sadece bilime dayanan bir toplumun üyelerinin mutlu yaşayan, gerçekten özgür ve rasyonel bir toplum olabileceğine inanan Aydınlanma düşünürleri; bilimi aynı zamanda güç ve iktidar içinde isterler.
Aydınlanma düşünürleri aşk, arzu, gurur ve tutku gibi duyguların zorunlulukla kötü veya kaçınılmaz olarak yıkıcı olmadıklarını, gereği gibi kanalize edildikleri takdirde ilerlemenin en önemli yardımcıları olma işlevini görebileceklerini savunurlar.
Bireyin mutluluğunu en temel değer olarak ortaya koyan aydınlanma; her bireyin mutluluğunu, kendi iyi yaşam telakkisine uygun olarak ve bunun peşinde koşma hakkını, bir kutsal olarak, politik dünyanın merkezine yerleştirir.
Aydınlanma; bireyi, sadece politik bakımdan değil, entellektüel ve ahlaki bakımdan da özgürleştirmeyi amaçlar. Ayrıca bireyin yaşama, hürriyet ve mülkiyet hakları, ne pahasına olursa olsun korunmalıdır.
Aydınlanma açısından, inanç ve ahlaki kanaatle ilgili konular, bireyin istediğine inanmak bakımından özgür olduğu özel alana ait olmalıdır.
Aydınlanma düşüncesi, iktisadi anlamda kiliselerin ve soyluların müdahalesinden bağımsız bir serbest pazar alanı, bireylerin kendi kişisel çıkarlarını hayata geçirmek için kendi yetenek, hüner, beceri ve erdemleriyle bir başlarına olduklarına bir pazar düşüncesi ikame eder. Ticaret, toplumda hayat ile ilgili bir yarıştır. Bu yarışa dışarıdan müdahaleler olmamalıdır.
Aydınlanma akımı; gelişime inanır, insanlık tarihinin sürekli bir gelişme olduğunu, tarih boyunca insanın sürekli ilerlediğini savunur. Ancak yine aynı dönemin felsefecisi Rousseau bu görüşe karşı, uygar durumu değil, insanın doğallığını savunur.
Aydınlanma yüzyılında, bilimsel tarih anlayışına duyulan kuşku devam etsede, kuşkunun azalmaya başladığı ve hatta tarihe özel bir önem ve ilgilnin başladığı görülür. Thomasius “Aydınlanmanın hizmetinde bir tarih bilgisine” ihtiyaçtan bahseder.
Aydınlanma; 16. ve 17. yüzyıllarda doğa bilimlerinin büyük gelişmeler göstermesi ve bu bilimlerin teknik buluşlar yolu ile toplumsal yaşama sağladığı bir ilerleme inancı ile gerçekleşmiştir.
Aydınlanma, toplumları aynı zamanda bir milletleşme sürecine sokmuştur. Ortaçağın, dinsel bir dünya devleti ülküsü, altında eritmeye çalıştığı milli farklılıklar, bireyci hümanizma ve aydınlanma akımları içinde yeniden yeşertilmiş ve Avrupa toplumları; kendilerini ülkeleri, dilleri, kültürleri ve tarihleri bakımından farklı milletler olarak görmeye başlamışlardı. Tüm yüzyıla yayılan ilerleme inancı, bir yandan Avrupa milletlerince paylaşılan bir inanç olurken, öbür yandan milletler bu inanç altında kendi tarihlerini bir milli bilinçle ele almaya başlamışlardır.
Aydınlanma çağının ünlü düşünürlerinden D’Alembert “tüm idelerimizde önemli bir dönüşüm meydana gelmiştir. Öyle bir dönüşüm ki, hızı gelecek için pek büyük değişiklikler vaad etmektedir” demektedir. Bu teşhisin doğruluğu günümüzden geçmişe bakılınca tartışılmazdır.
Başka hiç bir yüzyıl tinsel/kültürel “ilerleme” idesinden, Aydınlanma yüzyılı kadar derinden ve coşkulu bir şekilde etkilenmemiştir. Bu yüzyıl kendini bir “akıl yüzyılı” bir “felsefe yüzyılı” olarak adlandırmaktan pek memnundur.
Onsekizinci yüzyılda atılan bir adımda matematiksel ve felsefi düşünme arasında bir sınırın belirlenmesi ve belirlenen bu sınıra göre sorgu ve araştırmanın yapılmasıdır. Böylece matematik ve felsefe arasındaki bağ koparılmamıştır. Zira matematik “insan aklının onuru”, aynı aklın silahı ve güvencesidir.
Kanaatime göre Aydınlanma çağının en önemli noktalarından biri tolerans anlayışıdır.
Tolerans sözcüğü latin kökenli eski bir sözcüktür. Gündelik dilde sabırlı olma, dayanma, katlanma, boş verme sözcükleri anlamına gelmek üzere kullanılır. Eski dilde tahammül yada tesamüh kökünden üretilen müsamaha olarak geçer. Ancak bahsettiğimiz Türkçe yada Osmanlıca sözcüklerin hiçbiri tolerans sözcüğünü tam anlamıyla karşılamaz. Yeni dilde kullanılan hoşgörü sözcüğüde aynı anlamı vermez.
Tolerans kavramını ünlendiren İngiliz devlet adamı ve düşünürü Thomas More olmuştur. More yazdığı ünlü yapıt olan “Ütopiya” da bu kavram üzerinde fazlaca durur. Ütopiya adlı düşsel adada tüm dinsel inançlar serbesttir. Tolerans yasasına göre bireylerin birbirlerinin dinlerine saygı göstermeleri gereklidir.
Şimdi Aydınlanma’nın özelliği olan bunları Türkiye’de yapmaya ve denemeye kalktık. Geldiğimiz sonuç ortada. Biz, güçlü bir insan yapısından oluşmuş mutlu bir toplum istiyoruz. Eğer insan, kendini insan yapan vasıflardan arınıyorsa, geleceğe dair öngörülerimizde, karamsarlık fazla yer tutmuş oluyor. Bir kısım zümrelerin baskısı altına girmiş toplumlarda gelişme hep yüzeysel kalır. Aydınlığa ulaşamadan karanlık viraja doğru döndük. Ama biliniz ki; aydınlık bir gerçektir ve bizim toplum olarak ulaşmamız gereken yer aydınlıktır.